Önce Kendimizle Barışmalıyız...

Tüm dünya ile, yurttaşlarımızla, komşularımızla, ailemizle, arkadaşlarımızla barış içinde bir arada yaşamayı öğrenmek zorundayız. Ancak hepsinden önemlisi kendimizle barışmak olmalıdır.

Önce Kendimizle Barışmalıyız...

Tüm dünya ile, yurttaşlarımızla, komşularımızla, ailemizle, arkadaşlarımızla barış içinde bir arada yaşamayı öğrenmek zorundayız. Ancak hepsinden önemlisi kendimizle barışmak olmalıdır.

Son günlerde ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntılı süreç doğal olarak hepimizi derinden etkiliyor.

En duyarsız olanımız bile, ekonomik sorunlar, gelecek kaygısı ve korkuları yüzünden müthiş bir travma yaşıyor.

Doğal olarak bu durum; psikolojimizi, sosyal davranışlarımızı, insani ilişkilerimizi olumsuz yönde etkiliyor.

Tüm davranışlarımızda daha gergin, daha agresif oluyoruz ve tepkilerimiz daha ölçüsüz hale geliyor.

Toplum olarak aldığımız baskıcı ve yasakçı eğitim sonucunda çevremizdeki her şey ve herkesle kavgalı hale geliyor, özellikle de öfkemizi kontrol edemiyoruz.

Ya da öfkemizi kime, nasıl yönlendireceğimizi bilmez bir duruma geliyoruz.

Bu durumda sanırım yapılması gereken en doğru yaklaşım, kendimizi ne kadar tanıdığımızı test etmek!

Büyük çoğunluğumuz karşı çıksak ve neredeyse dünyayı tanıdığımızı iddia etsek de inanın çoğumuz kendimizi tanımıyoruz.

Burada önemli olan nokta, tanımaktan neyi anladığımız kuşkusuz.

Boyu, posu, kaşı gözü, kilosu, göz rengi ya da tümüyle fiziği değil elbet kast ettiğimiz.

Bir bütün olarak insanı, insanları ve hepsinden önemlisi bir birey olarak kendimizi tanımak, anlatmak istediğim.

Neyi, ne kadar bildiğimiz kadar, neleri bilmediğimizdir önemli olan!

Yeteneğimiz, kapasitemiz, birikimimiz, öğrenme ve öğretme arzumuz kadar ilgi alanlarımız, korkularımız, mücadele direncimiz ve hepsinden önemlisi hayata bakış açımız.

Hiçbirimiz tüm bu saydığım özelliklerle kendimizi sorgulama ihtiyacı duymayız.

Çünkü biz en doğru kişiyiz, bilmemiz gereken her şeyi bilir, yapmamız gereken her şeyi de yaparız.

Üstelik de kusursuz yaparız, en iyisini yaparız!.......

Oysa dönüp geriye baktığımızda arkamızdan gelen hep, yapamadıklarımızın ayak izleridir.

Hatalarımızın, eksiklerimizin, yanlışlarımızı izdüşümüdür.

Ne kadar çarpsak, bölsek, toplasak, çıkarsak da elde var sıfır.

Peki, kendini tanımayan insan, başkasını nasıl tanır?

Hep yüzeysel, hep görmek istediğimiz gibi, hep önyargılı ve duygusal.

Mantığı, bilimsel kuşkuyu, gerçekçi kaygıları bir yana koyup, hayat denen bu koca sahnede, bize ezberlettirilmiş rollerimizi oynamak için çırpınırız.

Seyirci olarak kendi seçtiğimiz yandaşların alkışlarıyla da kendimizden geçer, kendimizi dev aynasında görürüz.

İtiraf etmesek de şişik egolarımıza teslim olur, “ben neymişim be abi” diye kasılarak, en başta kendimizi aldatırız.

Bunları yapamayan kesim de; “ne şanssız adammışım, talih bana hiç gülmedi, beni hep dostlarım yanılttı ya da bir fırsat vermediler ki, kendimi göstereyim” türünden bahanelerin arkasına sığınarak kendini avutmaya çalışır.

Hele de bu avutma ya da avunma süreci uzadıkça, umutsuzluk, çaresizlik öyle bir uyuşturur ki, hiçbir uyuşturucu madde onun yerini alamaz.

Kendisini bir bütün olarak iyi tanıyan insan, kendisiyle barışıktır.

Aksi halde hiç kimseyi bulamazsa aynayla kavgaya tutuşur.

Öfkesini kontrol edemez hale gelen bu mutsuz insan, ailesini de, çevresini de kendisiyle birlikte mutsuz ve dünyayı kendine zindan eder.

Oysa mutlu olmak için o kadar çok nedenimiz, gerekçemiz var ki!

Hepsi bir yana öfkemizi, tepkimizi, muhalefetimizi doğru yere kanalize edebilmek bile başlı başına bir mutluluk kaynağı olabilir.

Ama ne yazık ki, öğrenilmiş çaresizliklerine esir olmuş kişiler, tüm bu yaşadığımız sorunların, çektiğimiz acıların, yok olmuş umutlarımız ve yitirdiğimiz insanlarımızın sorumlusunun bize zorla dayatılan siyasal ve ekonomik sistem olduğu gerçeğini göremezler.

En kötü diye bildiğimiz kişi ve kurumlar da sonuçta o en kötü sistemin bir parçası, uygulayıcısı olmaktan öte gidemezler.