Belamısın Ey Kişisel Gelişim!

Ahh bu başa bela kişisel gelişim kitapları, seminerleri, eğitimleri! Adı üzerinde “KİŞİSEL”...

Belamısın Ey Kişisel Gelişim!

Ahh bu başa bela kişisel gelişim kitapları, seminerleri, eğitimleri!
Adı üzerinde “KİŞİSEL”
Sanıyoruz ki, hep birlikte aynı anda gelişip, dönüşeceğiz.
Hatta günde 3 öğün yemek sonrası aldığımız kapsül ilaç sanki
Keşke öyle olsa, kana daha çabuk karışır!
Amaç kana karışması mı, yaşama adapte edilmesi mi?
Şezlongunda uzanmış kişisel gelişim kitaplarından birini okuyor, önemli yerlerin altını kalemle çiziyordu.
Gözlüklerimden ben de açıkçası halk dilinde dikizliyordum!
Ahh bu gözlem merakım, ee ne yapayım malzeme lazım değil mi ama?
Kitabı birkaç sayfa okudu, kaldırdı ve garsona “HEY BAKSANA” diye seslendi.
Kahvesini sipariş etti.
Kahve istediği gibi gelmedi.
Garsonu tekrar çağırdı ve çocuğun gözü önünde kahveyi çimlere boşaltıp
“ŞİMDİ GİT İYİCE ANLA VE SİPARİŞİMDEKİ GİBİ KAHVEMİ GETİR” deyiverdi.
Dudaklarımı ısırıyorum sinirden.
Tam gitmek üzereyken çocuk, ben kendisine ismiyle seslendim;
“Fırat kardeşim bakar mısın? Bana da her zamanki gibi bir kahve lütfen “dedim.
Kadın bana döndü “Daha benim kahvemi nasıl istediğimi anlamadan getiremeyen birinden, her zamanki gibi istemeniz şaşırtıcı” dedi.
“Asıl şaşırtıcı olan sizin okuduğunuz kitaba göre, davranış şekliniz olabilir mi?” diye karşılık verdim.
Ön yargılı sohbetimiz böyle başladı kadınla.
Bazen kişinin davranışının düzensizliğini, tam tersi şekilde yansıttığınızda anlaşılır bir hale getirebilirsiniz.
Eğer zamanınız ve inadınız varsa bir şeyleri düzeltme adına ŞANSLISINIZ! Derim.
Hani bir damla olabilmek için. 
Ve kahvem her zamanki gibi geldi bana.
Kadın şaşkın 
“Pes, vallahi bravo “dedi.
“Bunda bravoluk bir durum yok aslında, nasıl iletişim kurduğunuzun ve önceliğinizin ayrıcalığı var “diye nazikçe belirttim.
Ve kendisine ağır gelecek diye düşündüğüm fakat belki bir umut içerir diye “SİMYACI”yı okumasını önerdim!
Ne kadar okursak okuyalım “ÖZÜNE” inmedikçe, hamur yoğrulmaz, pişmez, tadı olmaz!
Sonra mail adresini rica edip, kendi kartımı verdim.
Ve kendisine bu anekdotu ilettim!
YAŞAMA DAİR!
Birinci Ders;
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. 
Son soruya kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. 
Son soru şöyleydi:
‘Her gün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?’
Bu her halde bir çeşit şaka olmalıydı. Kadını, yerleri silerken, hemen her gün görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. 50’lerinde falan olmalıydı.
Ama adını nerden bilecektim ki! Son soruyu yanıtsız bırakıp kâğıdı teslim ettim. Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordu.
‘Tabii, dahil’ dedi, Hocamız…
‘Yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız.
Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar bunlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve ‘Merhaba’ demeniz gerekse bile…’
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adını da…
Dorothy idi.
İkinci Ders :
Bir gece vakit gece-yarısına doğru Alabama Otoyolunun kenarında duran bir zenci kadın gördüm. 
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu.
Geçen her arabaya el sallıyordu. Yanında durdum. 60’lı yıllarda bir
beyazın bir zenciye, hem de Alabama’da, yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi. Onu kente kadar götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi, verdim. Bir hafta sonra, kapım çalındı.
Muazzam bir konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda…
‘Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. 
O korkunç yağmur sadece elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim, siz çıka geldiniz. 
Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının başucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi.
Tanrı bana yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım edenleri kutsasın!  Bayan Nat King Cole 


Üçüncü Ders :
Size Hizmet Edenleri Hep Hatırlayın…
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk
pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu… Çocuk sordu:
‘Çikolatalı pasta kaç para ?’
’50 Cent.’
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı. Bir daha sordu:
‘Peki, Dondurma Ne Kadar ?’
’35 Cent.’ dedi garson kız, sabırsızlıkla. Dükkânda yığınla müşteri
vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.
Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki…
Çocuk parasını bir daha saydı ve ‘Bir dondurma alabilir miyim, lütfen?’ dedi.
Kız dondurmayı getirdi.
Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. 
Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu, birden. Masayı sanki akan gözyaşları temizleyecekti.
Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı
15 Cent’lik bahşiş duruyordu..

Dördüncü Ders :
Yolumuzdaki Engeller...
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak diye gözlüyor…
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray
görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın
etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle
eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz
tutamıyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına
sıkına itmeye başladı. 
Kan ter içinde kaldı ama sonunda, kayayı da yolun kenarına çekti.
Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü.
Açtı… Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde…
‘Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir.’ diyordu kral. Köylü,
Bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
‘Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır.’

Beşinci Ders :
Önemli Olan Vermektir..
Tek yaşam şansı, beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi. Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi bir şekilde kurtulmuş ve kanında o hastalığın mikroplarını yok eden antikorlar oluşmuştu.
Doktor durumu beş yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu.
Küçük çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve ‘Eğer kurtulacaksa, veririm kanımı’ dedi.
Kan nakli yapılırken, ablasının gözlerinin içine bakıyor ve
gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük çocuğun yüzü de giderek soluyordu…
Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir sesle doktora sordu :
‘Hemen mi öleceğim ?’
Ufaklık, doktoru yanlış anlamıştı, ablasına vücudundaki bütün kanı
verip, öleceğini düşünüyordu.
Ve bir son söz:
“Eğer beyninizdeki hücrelerin ziyan olmasını istemiyorsanız lütfen kendinizi üzerek, onlara işkence etmeyin”

Ne dersiniz? Faydası olur mu bu hikâyenin ana fikri o kadıncağıza!
Akılda
Empatide
Ve en önemlisi sevgide kalın